AK PARTİ’YE ŞÜKRAN BORÇLUYUZ

Son yıllarda ülkemizde yaşanan siyasi süreç, her ne kadar ciddi bir toplumsal gerilime neden olsa da, birçok açıdan faydalı sonuçlar doğurdu…

Her şeyden önce, devlet denen aygıtın hangi organlara sahip olduğunu tanımaya başladık. Anayasa, Yargıtay, HSYK, Anayasa Mahkemesi, MİT, Cumhurbaşkanlığı gibi devlet kurumlarının ne gibi fonksiyonları ifa ettiklerini ya da etmeleri gerektiğini daha iyi anladık.

Bununla birlikte, öyle ya da böyle, siyaset felsefesine kafa yorduk. Yöneticilerin hesaba çekilebileceği bir sistemin hayatiyetini, adaletin, günü geldiğinde herkese lazım olan bir ilaç olduğunu idrak ettik. Halkın özgürlüğünü teminat altına almanın, bir devletin yapması gereken en önemli iş olduğunu, devletin aslında halk için var olduğunu gerçek anlamda düşünme fırsatı bulduk.

İnsanların mutluluğu için oluşturulan kurumların, zamanla nasıl da bizatihi kutsal, sorgulanamaz, kendisi için insanların bile feda edilebilir hâle geldiği koca bir heyûlâya dönüştüğünü görerek sarsıldık ve devletin hiçbir kutsallığının olmaması gerektiğini anladık.

Özdeki prensiplerin zamanın şartları içinde gözetilmesi amacıyla şekillenen ‘kurumsallaşmış dinin’ bile aynen devlet gibi zamanla kutsal bir haleye büründüğünü, kalıplaştığını ve o kalıbın da zamanla sorgulanamazlığa sahip olabildiği üzerine kafa yormaya başladık.

Din ve devlet kurumlarının ‘başındaki’ insanların, bulundukları konumların sözümona ‘kutsallıklarını’ kendilerine de mal ederek, kendi sübjektif yorum ve uygulamalarını nasıl ‘sorgulanması dahi düşünülemez’ bir dokunulmazlığa taşıyabildiklerini anlamaya başladık.

Parçaları söküp tekrar takma ihtiyacı hissedip, bu konuda en azından bir zihin egzersizi yapınca, vazgeçilebilir olan ile vazgeçilemez olanın, kutsal olan ile kutsal olmayanın, değişebilir olan ile değişemez olanın ayrımına varır gibi olduk.

Dinin siyasallaşmasının en büyük zararını aslında her şeyden daha çok o dinin kendisinin gördüğüne tanıklık ettik. Dinin siyasallaştıkça daha da fazla bir ‘istismar aracı’ olduğuna, ve böylelikle o dinin mü’minlerinin maddi ve manevi olarak sömürülmelerine de tanıklık ettik.

Dine en büyük zararı verenin, din düşmanları değil, aksine, o dini dünyevi çıkarları için istihdam ve istismar eden din müntesipleri olduğuna şahit olduk. Böylelikle, dinini seven bir insanın, öncelikle dini siyasetten uzak tutması gerektiğini, dini devletten koruması gerektiğini, devletten yalnızca adalet ve özgürlük beklenmesi gerektiğini anlamaya yaklaştık.

Dindarlığın hiç de öyle görüntüyle ölçülemeyecek ve değerlendirilemeyecek bir akıl, ruh ve duygu hâli olduğunu kabul eder gibi olduk. Sakalın, başörtüsünün, camide görünmenin, ve ağzından dinî terimleri düşürmemenin bir ahlakilik güvencesi veremeyeceğine vâkıf olduk.

Tarihimizle cesur bir şekilde yüzleşmemiz gerektiğini, geçmişimizle hesaplaşmadığımız sürece, günümüzde de sağlıklı kararlar alıp doğru adımlar atamayacağımızı düşünmeye başladık.

Cumhuriyet’i, Osmanlı’yı, Emevi’yi, Abbasi’yi, hatta Dört Halife dönemini eleştirel bir okumaya tabi tutmadığımız sürece ‘doğru’nun ne olduğuna yönelik hiçbir tartışmanın verimli sonuçlar doğuramayacağını anlar gibi olduk.

Türkiye tarihine bakınca hiç de yabancısı olmadığımız bu örnekler son dönemde daha görünür olup, farklı kesimler tarafından da idrak ediliyor, tartışılıyorsa, neden olanlara hiç olmazsa bunun için bir teşekkür borçluyuz demektir…

(Bu yazı, 19.03.2015 tarihli Taraf Gazetesinde yayınlanmıştır.)

Reklam

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s